anlamı boşaltılmış muhtar ve ihtiyar heyetine varıncaya kadar yerel yöneticileri seçecek…
Milletvekillerinin parti tabanlarınca değil de genel başkan ve çevresindeki birkaç kişi tarafından belirlenip dayatıldığı ülkede genel seçimlere nispetle en azından kağıt üzerinde daha demokrasiye yakın seçimler olarak ta görmek mümkün yerel seçimleri…
Ancak katılımcılık konusunda aynı şeyi söylemek mümkün mü?
2017’ de Türkiye tüm yetkinin bir başka ifadeyle yürütme erkinin tek kişide toplandığı, dünyada eşine zor rastlanır ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet Sistemi’ ne yürürken “Anayasa değişikliği ve katılımcı demokrasi” başlıklı makalede soruya yanıt aramaya çalışmıştım…
O gün dile getirmeye çalıştığım ve bir ülkenin kaderinin tek kişinin iradesine bırakılacağı bir yönetim tarzının yaratacağı sorunlar günden güne ağırlaşarak sürüyor…
Rejim bunalımı ekonomik krizi derinleştirip, gelir adaletsizliğini daha da derinleştirirken, ufukta umudu yeşertecek en küçük bir emare de yok…
Erdoğan ve ekonomi kurmayları yangın yerine dönmüş mutfaklarda hayata tutunmaya çalışan emeklilere sabit ve dar gelirlilere sabır dilemenin ötesinde hiçbir şey söyleyemiyor…
Gidişatın sonunun çıkmaz sokak olduğunu görmek için müneccim olmak gerekmiyordu, ama milyonlar basireti bağlanmış biçimde kendini akışa bıraktı…
Üstelik bugün dahi, halktan fedakârlık bekleyen kamu en küçük bir tasarruf tedbirine yönelmiyor…
Merkezdeki iktidardan yerel yönetimlere kadar; tüm kurumlar şişirilmiş kadrolar, makam arabaları saltanatı, aşırı israfı kısmaya yönelik en küçük bir adım atılmıyor…
Katılımcı demokrasiden geçtik, şeffaflık ve hesap verme gibi temel ilkeler rafa kalkmış durumda…
Mart 2017’ de anayasa değişikliği amaçlı referanduma gidilirken kaleme aldığım makalede değindiğim sorunların bir yerel seçimin arifesinde olduğumuz bugün ağırlaşarak sürmesi ne acı…
İşte o makale, değerlendirme yapmak okura kalmış…
“En özgüründen en despotuna kadar sistemini, yönetim tarzını demokrasi diye tanımlamayan ülkeye pek rastlanmıyor günümüz dünyasında…
Faşizm de demokrat olarak tanımlar kendisini, kapitalizm ve sosyalizm de…
Muhafazakârı da demokrattır, liberali de…
Ta eski Yunan sitelerinden beri üzerinde tartışılan, tanımı çağlara, koşullara göre değişse de bugüne kadar noktalanmamış bir mevzudur demokrasi kavramı…
Basitçe “HALKIN KENDİ KENDİNİ YÖNETMESİ” der çıkarız da, gerçekten halk kendi kendisini mi yönetir? Sandık demokrasinin olmazsa olmazıdır da, seçimle demokrasiye ermiş mi oluyoruz?
Ülkeyi teslim ettiğimiz, seçimlerden geçtim, ilimizde ilçemizde bizi yönetsin diye başımıza geçirdiğimiz yerel yönetim temsilcileri, demokrasiyi ne ölçüde uyguluyor?
Yüz bin nüfuslu bir ilçede oy kullanan 40 bin kişiden 10 bininin oy verdiği biri, 9 bin 900′ da kalan diğer adayın önüne geçerek başkan olduğunda tüm kentin tek sahibi, tek karar vericisi oluyorsa, yöntem istediği kadar demokratik olsun, bunun adı gerçekten demokrasi midir?
Örneğin o yüz bin insanın yaşadığı beldeyi, rakiplerinden bir oy fazla alarak yönetmeye hak kazanan biri, o beldeyle ilgili kararları nasıl alır? Ödediğimiz vergilerle oluşan bütçeyi nasıl harcar? Veya tersten sorarsak; dilediği gibi harcama yetkisini vermeli miyiz?
Sorunun cevabı küçük beldede de, devasa boyutlarıyla Çin’ den ABD’ ye kadar hangi ülkeyi ele alırsak alalım aynı…
Sonuçta günümüzde bizi kutsal yolculuklara çıkaracak efsunlanmış kurtarıcılar değil, yönetecek insanları seçmekten başka kaygımız yok, olmamalı da.
İşin gereği bu da, uygulamaya gelince böyle mi?
Yine 100 binlik belde örneğine dönecek olursak, 10 bin oy alan, başka ifadeyle aslında başına geçeceği insanların ancak yüzde 10′ unun oyunu alan biri, 100 bin insana aldırmadan dilediğini kimsenin görüşünü almadan, tartışmadan yapabilir mi?
Uygulamada ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, sorunun cevabı günümüzde genelde evettir, evet…
Çoğulculuk diye yola çıkılan demokrasi çoğunlukçuluk gibi dayatmacı yöntemin esiri olmuş durumda…
Bugüne kadar “SEÇMENİN ÇOK AZ KISMININ OYLARIYLA SEÇİLDİM, TÜM HALKIN VERGİLERİNDEN OLUŞAN BÜTÇEYİ DAHA GENİŞ KESİMLERİN GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE HAZIRLAYALIM, PROJELERİ MÜMKÜN OLDUĞU KADAR ÇOK İNSAN TARTIŞSIN” diyene rastlamadık, bundan sonra da rastlamak zor.
İnsanların görüşünün alınmasından geçtim Sivil Toplum Örgütlerinden de göstermelik fikir sorma dışında gerçek anlamda katkı isteyene rastlamadım.
Bir bakın etrafınıza, hiç bugüne kadar “EY MAHALLELİ, SİZİN ADINIZA YÖNETTİĞİM BÜTÇENİZİN ŞU KADARLIK KISMINI SİZE SORUP HARCAYACAĞIM, PARK MI İSTERSİNİZ, KALDIRIM MI?” diyen bir yöneticiye rastladınız mı?
Bu çerçeveden bakıldığında binlerce yılın evrimleşme sürecinden geçmiş, deneyimlerle olgunlaşmış olması beklenen demokrasi, yöneticilerin dilinden düşmese de, bu denli gerilerde kalır mıydı?
Antik Yunan’ da köleler ve kadınlara söz/oy hakkı vermeyen o dönemin demokrasilerinde bile özgür bireylerin meydanlarda toplanıp kent adına tüm kararları tartışarak aldığı günlerden yönetme/yönetilme anlamında daha mı ilerideyiz?
Tüm sorular ve tartışmalar gelip bir yerde düğümleniyor: Demokrasi iyi güzel de, uygulanması nasıl olacak?
Yerel veya genel fark etmiyor: Seçimden seçime sandığa gidip oy kullandığımız gün, seçenle seçilenin bir sonraki seçime kadar vedalaşmasına yol açan temsili demokrasiye, insanlığın yaşadığı bunca deneyim ve acıyı sineye çekip demokrasi diyebilir miyiz?
“Sokak köpeklerinin bakımı” konusunu halk oylamasına götüren İsviçre olmadığımızın farkındayım. O nedenle her konuda görüşümüze başvurulmasını elbette beklemiyorum. Ama hayatımızı nasıl yaşayacağımıza, kent içinde neyin nerede yer alacağını belirleyen çevre planını bile bize sormadan Ankara’da hazırlayıp, dayatan anlayışa dur diyeceğimiz fırsatları da kaçıralı hayli zaman oldu…”