"Karşıdan güzel görünen her şey, içinde türlü felaketler barındırır"
İnsanı tanımlamak güçtür. Zira hemen herkesin bir insan tarifi vardır. İnsan tüm unvanlarına ilaveten savaşan varlıktır da. İnsan varsa tabii insanlık tarihi de vardır. İnsanlık tarihî denince en belirgin özellik mücadeledir, savaştır. İnsan savaşan bir varlık ise insanlık tarihi de tümüyle savaşlar tarihidir.
Bir hesaplamaya göre tarihin sadece 58 yılı savaşsız geçmiştir. Binlerce yıllık tarihte 58 yıl orantısal bakımdan hiçtir. O hâlde tarihi biçimlendiren ana olgu savaşlardır denebilir.
İnsanlar birçok sebepten savaşa tutuşurlar. Barışı tesis etmek iddiası örneğin başlıbaşına bir savaş sebebidir. Anlaşmazlık, ekonomi, menfaat ilişkileri, dinî, ideolojik farklılıklar büyük savaşlara yol açar. Dünya tarihine en fazla etki dini inanışlardan, ırkı çeşitlilikden ve son yüzyıllarda siyasi akımlardan gelmiştir ki bu akımın başını Marksizm düşüncesi çeker.
Marksizme göre dünya tarihî sınıfların mücadelesidir. Ezenler, ezilenler mücadelesi esas problemi oluşturur. Dinî ya da milliyet farkları burada önemsizdir. İşte bu noktada dini düşünceyle yaklaşan Marksizm -kozmopolit sosyalizm- insanın kültürel ve fiziki farklılıklarını önemsiz görür, dinle aynı çizgide buluşur. Biri proleter sınıf önderliğinde kümeleşirken, diğeri aynı İnanç değerleri -milliyetsiz din ümmeti- etrafında kümeleşir.
Milliyetçilik burada bu iki akımdan biraz ayrışır. Ona göre dünya tarihî milletlerin mücadelesinden ibarettir, ırki aidiyet belirleyicidir. Marksizmin buna itirazı vardır. 'Zengin sınıf ile fakir sınıf aynı milletten, dini inanıştan bile olsa, aynı idealler etrafında birleşemez' der. Dinler sosyal adaleti sağlamak iddiasındadır. Sosyal adalet sağlandığında sınıfların, milletlerin aralarındaki statü farkları en az seviyeye inecektir ve mesele kökünden hallolacaktır.
Yazımız konuyu en yüzeysel ve en basit hâliyle ele almak derdindedir. Zira tartışmanın boyutu, derinliği bitimsizdir ve her düşünce, her inanış kendi penceresinden bakar.
İnsanlar üzerinde bir hakimiyet kurmak bugüne değin başarılmış, düzene konmuş değildir. Sürekli bir didişme kakışma vardır.. Tarihten günümüze çok kültürlü çok uluslu imparatorluklar -Roma, Osmanlı, Britanya, ABD, Sovyetler- dahi tam bir eşgüdüm ve huzur getirememiştir.
Peki bunun temelinde ne yatar? Bunun temelinde sosyal adalet, fırsat eşitliği, ekonomik dengeler yatar. Yani sistemin adı ve ideolojisi ne olursa olsun, yukarıdaki dengeleri tesis eden ve sürdüren iktidarını -bir müddet- korur.
İnsanlar yönetim modelini kimin -hangi dinin milletin- oluşturduğundan ziyade, adaletin ve ekonomik dengelerin sağlamlığına ve sürdürülebilirliğine bakar. Tüm dinler ve ideolojiler temelinde huzur, refah, adalet vaat eder ve yakından incelendiğinde teorik seviyede bir sorun yoktur.
Sorun ne zaman başlar? Sorun hayat pratiğinde başlar. Sorun insan fıtratında yatar. Zira "tüm insanlar eşittir" den "bazı insanlar daha eşittir" moduna geçilir. Ayrıcalıklı zümreler -menfaat odakları- belirir. Kağıt üzerindeki görüşler süreç içerisinde erozyona uğrar. Yozlaşma ve çürüme kaçınılmazdır.
İnsan yine de rahat durmaz. Tarih boyu sürekli taze umutlara, taze başlangıçlara yelken açar, baş kaldırır, kelle verir. Sürekli yine yeniden dener. Fakat her seferinde egosuna ve nefsine yenik düşer..Sorun bir sistemi kurmakta değildir, onu teoriye uygun sürdürebilmektir.
Yozlaşma, çürüme temel engeldir. Ayrıcalıklı olma isteği, aç gözlülük hiç dinmez.. İşte savaşlar ve mücadelenin sonunun gelmeyişi bu yüzdendir.